Ortaokul’a kayıt yaptırmak için Mercan’a gideceiz… O gece gözlerime uyku girmedi.
Sabah erkenden kalktım. Bir taraftan heyecanlıyım, bir taraftan içimdeki korku ve endişeyi en hat safhasına kadar yaşıyordum. Bütün korkum, ya babam vazgeçerse!… Bu haleti ruhiye içinde …
O zamanlar köyümüzde binek araba yoktu. Mercan’a traktörle gidiliyordu.
Günlerden perşembe, (Balaban) Haşim Ağa’ nın traktörü’ ne binmek için okulun önündeki yola gidiyoruz. Annem’ in amcası Yusuf dedem, ceketi tek omuzunun üstündeb önümüzde yürüyordu. ( Hekimoğlu ) Hasan amca, rutin olarak yaptığı, küreği omuzunda bahçenin yolunu tutmuştu.
(Haydarağa) Hüseyin kivre, her zaman ki gibi evinin önünde ki taşın üstünde oturmuş, iki elinin arasına aldığı bastonunu çenesine dayayarak kapı komşuya dua ediyordu. Biraz ileride sokağın başında Kazım karşımıza çıktı. Kime sinirlenmiş ise küfür ediyordu. Küfürlerini tastik ettirmek içinde…öyle değil mi kivra? diyerek, babama soruyordu…
Bu diyalogdan dolayı etrafa göz attım, (İbrahim) Mehmet amca, ağır adımlarla geldiğini gördüm. Köyün bakkalı. Elinde ağzına kadar doldurulmuş yumurta sepeti, yumurtalar zarar görmesin diye dikkatli ve ağır adımlarla yürüyordu.
Kağnı arabasının çıkardığı uzun, ince gıcırtı ortalığı yırtıyordu. (Kekıl) Hıdır amca, gün yeni ışınırken işe koyulmuştu.
Güneşin ilk ışıkları Öbek dağı üzerinden köyü aydınlatıyordu. Komşular, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte hayvanlarını çıkarıp okulun yan tarafındaki alanda toplanan hayvanlara katmak için dışarı salıyorlardı. Böğüren sığırlar, meleyen koyunlar, öten horozlar havlayan köpeklerin sesiyle, köy hayatında yeni bir gün başlamıştı.
Okulun önüne vardığımız da traktörün romorğu neredeyse dolmuştu.
(Babalık) Mustafa Yakut’ un karısı, evlerinden aşağı çalımlı çalımlı yürüyor, el kol hareketleriyle meramını anlatmaya çalışıyordu. Kafasını leçek, yazma üst üste sarmış, her karşılaştığına laf yetiştire yetiştire traktörün yanına geldi.
Traktöre Hasan Topal’ın yardımıyla bindik.
Dayı nereye böyle çocukla? diye sordu; çocuğu Ortaokula yazdıracağım, Mercan’a gidiyoruz. “Eti onların, kemiği benim” diyerek gözlerime bakıyordu babam. Adeta içime korku salıp beni vazgeçirmeye çalışıyordu.
Traktör ağır ağır hareket ederek ilerlerken, Veli amca sol elinde uzun ince bir çubukla hayvanları getiriyordu.
Hacı Kamer amcaların evlerinin yanın geldiğimizde Kamer amca ve oğlu AP Ali de el uzatanların yardımıyla bindiler. AP Ali, kalabalığı görünce “tee ezde…” diyerek dizini tokatlamaya başladı. Musa Güneş’e dönerek,
“Hey oğlum sen nereye?” Musa abi, Mercan’a gidiyorum diyince, “Ne o Çamlık’lı Bilo sakol satmaya mı gitmiş?” dediğinde kahkahayı bastılar.
Aşşağı mahallenin yokuşu inerken (Kamer) Hasan abi, yol ayrımında dikiliyordu, romorktan birisi ona öpücük gönderdi. Hasan abi, sağ elini yumruk yaparak, sol el avucunun içine koyarak, el harekatına karşı harekatla cevap verdi.
Bir taraftan traktörün sesi, rüzgarın uğultusu, insanların birbirlerine sesini duyurabilmek için bağırmaları, küçücük römorku adeta panayır yerine çevirmişti.
Şah Haydar amca, gene aynı aceleciliği ile traktörden önce yola koyulmuş, yoncalar mevkiinde o da binince, babam beni kaldırdı, ben ayakta dikildim.
Traktör karşı düzde ilerlerken, ilk defa çocuk boyumdan daha yüksekçe bir yerden köyü ve çevreyi bu kadar net izliyordum.
Palanga köyü, önündeki şirin ovası, arkasındaki dağın tepesinde, kadının iki memesi gibi görünen, aslında arkalarda ki çift kale misali uzanan iki dağın uçlarıdır. Sıra dağlar olduğu gibi çoraktı. Güneş ışınlarının yansımasıyla, taşlar birer ışık kıvılcımı gibi gözlerimi kamaştırıyordu. Bütün ova boyunca ağaç adına, bir elin beş parmağını geçmeyecek noktada ağaç kümeleri dışında başka bir şey yoktu.
Köyde ki hayvan ve gübre kokusu yerini, ılık içine çektikçe serinlik veren dağ esintisiyle gelen tarifsiz bir rehaya bırakmıştı.
Sabahın ilk saatlerinde o saf doğa güzelliği büyülüyordu. Her yerden yaşam fışkırıyordu. Dağların üzerinden yavaş yavaş kalkan sis bulutları tabiat harikası bir görüntü sergiliyor, insanı yaşamaya inandırıyor, mutlu olmaya çağırıyordu…
Hasan Topal, ince uzun boyuyla her zamanki güleç yüz ifadesiyle ayakta dikilmiş, rüzgara aldırmadan etrafı gözlemliyerek, bu seneki buğday tarlalarının verimliliğini anlatıyordu.
Hacı Kamer amca, canlı hayvan ticareti yapıyordu. Hayvanları geceden göndermiş, peşinden gidiyordu. Son aldığı bir çift öküzün öyküsünü anlatıyordu.
Bakkal Mehmet amca, oturmuş yumurta sepetini bacaklarının arasına sıkıştırmış, parmaklarını sayarak, hangi komşuda kaç yumurtanın kaldığını hesaplamaya çalıştıkça, sarsıntıdan sık sık ellerini bir yere dayamak zorunda kaldığından yeniden parmaklarını saymaya başlıyordu.
Şah İsmail amca, römorgun ön tarafından arka tarafta ki AP Ali’ye sesini duyurmak için, bütün sesleri bastırırcasına “Ulan Alo, bu haçires çayırında seni nede eze eze tırpan biçmiştik…” AP Ali, her zamanki muzipliği ile kalaylıyordu.
İki katlı puanlı basma fistanıyla, beline sardığı şalı ile oluşturduğu konbini, başından aşağı sarkıttığı yün atkıyla tamamlarken, alnından arkaya doğru siyah yazmayı sıkıca bağlamış, atkının ucuyla ağzını, burnunu kapatmıştı ( analık ) Güllü Topal…Hastamıydı ? Zaten kadınlar hastalanınca, anca doktora giderlerdi.
Derken Kargın’a girdik. Dikkatimi çeken; Kargın’a girdiğimizde römorkta ki o pervazsız özgürlük yerini sükünete bıraktı. Sanki otomatik kol çekildi, o uğultu ve koyu sohbetler bir anda kesildi.
Bu süküneti dedem Yusuf Arslan’ın sesi bozdu… “Haşim ağa, nafa beni Ermeni Hasan’ın kapısında indir. Ben Fevzi’ nin bakkalına gidiyorum…”
Karayoluna çıktık. Mercan’a doğru yol alıyorduk…
Hazırlayan ve Paylaşan: İsmail Taş